Thomas Piketty tarafından yazılan Kapital kitabını sonunda bitirdim. Benim için uzun soluklu bir okuma oldu. Bana çok şey kattı. Marx’ın Kapital’inde olduğu gibi bunda da asıl konu sermaye ve eşitsizlikler.
Bu yüzyıldaki kapitalin durumuna gelene kadar, ekonomiyle ilgili bazı temel kavramları anlatıyor yazar. Bu kısımlar benim için çok öğretici oldu. Ekonomi ve finans ile ilgili bilgi sahibi olanların bu kısımları okumalarına gerek olmayabilir. Kitap her ne kadar genel okuyucuyu hedef kitle olarak ele alsa da aslında -kitabın dili hariç- yazım şekli akademik. Temel kavramları oturtup, geçmişten günümüze kadar olan tüm sürecin ana hatlarını anlatmış. Sonra gelecekle ilgili sermaye vergisi gibi basit bir öneri sunmuş.
Yazar ayrıca anlattığı dönemlerde çıkan romanların da ekonomik tahlillerini yapmış. Romanlar yazıldığı dönemin ruhunu yansıtmaktan fazlasını yapmış anlaşılan. Yazar, bunun da kritiğini başarılı şekilde yapmış. En yakın zamanda Balzac’ın Goriot Baba romanını bu gözle okuyacağım.
Kitabı bitirince hüzünlendim. Nedenini yazının sonunda açıklayacağım. Kitabın tamamını yazmak mümkün değil bu nedenle yine ilgimi çeken yerleri not almakla yetineceğim.
İşçi Ayaklanmasının Mantığı
Marx, sermayenin belirli ellerde yoğunlaşmasının sonsuza kadar süreceğini öngördüğünden bir noktada işçi ayaklanmasını kaçınılmaz görmüştür. Emeğin gelirinin artmadığı durumda sermaye sahiplerinin geliri sürekli artıyorsa, bunun sonucu olarak dünya işçileri ayaklanır.
Eşitsizliğin Sayılarla Buluşması
Kuznets’e kadar yani yirminci yüzyıla kadar, “Das Kapital”‘de dahil olmak üzere eşitsizlik ve sermaye hakkında yazılmış kitaplar istatistiğe dayanmıyordu. Simon Kuznets bunu değiştirdi. Amerikanın gelir beyannamelerini inceleyerek. Sermaye sahiplerinin milli gelirden aldığı payı nesnel olarak hesapladı. Tek sorun incelediği yılların savaş ve kriz sonrası eşitsizliklerin görece azaldığı dönemlere denk gelmiş olmasıydı. Nesnel verilerden nesnel olmayan sonuçlar da çıkabiliyor. Kuznets’in çalışmalarından da zamanın ruhuna uygun sonuçlar çıktı.
Büyümenin Yavaşlaması
Büyümenin yavaş olduğu ülkelerde geçmişten gelen servetler orantısız bir önem kazanır.
Miras Mı Alın Teri mi?
1950-1980 arası ve savaş dönemleri dışında hep miras… Kitabın büyük bir kısmında r>g eşitsizliğinden bahsediliyor. Yaşanılan dönem bu eşitsizlikle incelenerek miras mı alın teri mi sorusu kısmen de olsa yanıtlanabiliyor. Eğer sermayenin milli gelirden aldığı pay reel büyüme hızından yüksekse o halde miras önemlidir, değilse emek.
Herkes İçin Doktoranın Özeti
“Ekonomistler pek çok zaman yalnızca kendilerini ilgilendiren ufak matematik problemlerine kafa yorarlar, bu da, dünyamıza dair çok daha karmaşık başka sorulara yanıt vermek zorunda kalmadan, kendi çalışmalarına görünüşte bilimsellik katmalarına izin verir.”
Asya Ülkeleri Yabancı Sermayeden Çok Beşeri Yatırımla Gelişti
Bu iddia benim bildiğimin tamamen tersiydi. Bu nedenle ilgimi çekti. Burada cümleyi doğru yapan gizli edat “uzun vade”. Kısa vadeli mutluluklar için yabancı sermaye hala etkili (bkz. Türkiye). Yine de benim için aşağıdaki alıntı bildiğimin tersini ifade ediyor:
“En gelişmiş ülkelerle arayı kapatacak bir gidişata sahip Asya ülkelerinin hiçbiri -ister geçmişteki Japonya, Kore ya da Tayvan, ister bugünün Çin’i olsun- büyük yabancı yatırımlardan istifade etmemiştir. Temelde, bu ülkelerin hepsi ihtiyaç duydukları fiziki ve daha da önemlisi beşeri sermaye yatırımlarını -eğitim ve formasyonun genel seviyesinin yükseltilmesi- kendileri yapmıştır; günümüzdeki tüm araştırmalar uzun vadeli ekonomik büyüme açısından asıl etkenin beşeri sermayeye yapılan yatırımlar olduğunu göstermektedir.”
Türkiye’deki İstikrarsızlığın Sebebi
“Bir ülkedeki varlıklar, büyük sayıda yabancı servet sahibinin elindeyse, bu toplumun kamulaştırma talepleri sürekli tekrarlanır ve bu istek neredeyse bastırılamaz duruma gelir. Diğer politik aktörler de, yatırım ve kalkınmanın ancak ilk mülkiyet haklarının koşulsuz korunması durumunda söz konusu olabileceği yanıtını verirler. Dolayısıyla bu ülke kendini sonu gelmeyen devrimci hükümet (vatandaşlarının mevcut yaşam koşullarını iyileştirmek konusunda genellikle sınırlı bir başarıya sahip) değişimleri içinde bulur ve mevcut mülk sahiplerini koruyan hükümetler de, bir sonraki devrim ya da darbe için zemin hazırlamış olurlar. Sermayenin mülkiyetindeki eşitsizliğin tek bir ulusa mensup insanların bulunduğu bir toplulukta bile kabul edilmesi ve huzur içinde sürdürülmesi zaten zor bir şeydir. Uluslararası açıdan ise bu neredeyse (sömürgeci tipte politik bir egemenlik dışında) imkânsızdır.”
Gelir Eşitsizliğinde Ara Nasıl Kapanır?
“Tarihsel tecrübe, ülkeler arasında yakınsama sağlayan esas mekanizmanın, yurt içinde olduğu gibi uluslararası seviyede de bilginin yaygınlaşması olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle, yoksullar zenginlerle aralarındaki mesafeyi, zenginlerin mülkü olarak değil, aynı teknolojik bilgi, beceri ve eğitimi edinmeleri sayesinde kapatabilirler. Bilginin yayılım süreci de gökten düşmez: Buna hız kazandıran çoğu zaman uluslararası ve ticari dışa açıklıktır (dışa kapalı ekonomiler teknoloji transferini teşvik etmez) ve her şeyden önemlisi bu süreç, o ülkenin kendi nüfusunun eğitimine büyük çapta yatırımlar yapmasını sağlayacak finansmanı bulma, kamu kuramlarını seferber edebilme kapasitesine ve çeşitli aktörlere öngörülebilir bir yasal çerçeve güvencesini sunabilmesine bağlıdır. Demek ki bilginin yayılma süreci, aslında meşru ve etkin bir hükümetin kurulması sürecine bağlıdır. Dünyadaki büyümenin ve ülkeler arasındaki eşitsizliklerin tarih içinde geçirdiği değişimlerden çıkarılabilecek belli başlı derslerin özeti budur.”
Kümülatif Getiri Felakettir
“Sermayenin getiri oranı ile büyüme oranı arasında ilk bakışta çok küçük gibi görülen bir farkın, uzun vadede bir ülkedeki eşitsizliklerin yapısı ve dinamikleri üzerinde epey güçlü ve istikrar bozucu sonuçlara yol açabileceğidir.”
Gelir Eşitsizliği Bazılarına Göre Adildir Çünkü…
“Üstün nitelikler büyük ve faydalı her şeyin kaynağıdır. Her şeyi eşitliğe indirgerseniz, her şeyi duraklama noktasına getirirsiniz. 2000-2010 yıllarında aynı düşüncenin zaman zaman yeniden dile getirildiğini, yeni bilgi ekonomisi en yetenekli bireylerin verimliliklerini artırmalarını sağlar, dendiğini duyduk. Bu argümanın genellikle aşırı eşitsizlikleri meşrulaştırmak ve kazananların konumunu savunmak için kullanıldığını, kaybedenleri ve gerçekleri pek de hesaba katmadığını, bu kullanışlı prensibin gözlemlediğimiz değişimlere gerçek bir açıklama getirip getiremeyeceğini doğrulamak yönünde pek de çaba harcanmadığını kabul etmek gerekir.”
Sömürgeciliğin Bitişi
“Dünyanın geri kalanı, sömürgeci güçlerin tüketimi artsın diye çalışıyor, bu arada da dünyanın geri kalanı sömürgeci güçlere giderek daha borçlu hale geliyordu. Bu bize şaşırtıcı gelebilir. Ancak ticari karlarla veya sömürgeler ele geçirerek yabancı aktif birikimi yapmanın amacı zaten daha sonra ticari açık verebilmektir. Sonsuza dek ticari fazla vermenin kimseye faydası olmaz. Mal sahibi olmak, insana tüketmeyi sürdürme ve çalışmadan biriktirebilme ya da en azından sadece çalışarak elde ettiğinden daha fazlasını tüketme ya da biriktirme imkanı sağlar. Sömürgecilik döneminde bu durum uluslararası ölçekte yaşanmıştır. İki dünya savaşının, 1930’lu kriz yıllarının ve sömürgeciliğin sona ermesinin yarattığı sarsıntıların ardından bu yabancı varlık birikimi de tamamen yok olacaktır.
1950’li yıllarda Fransa ve İngiltere’nin dünyanın geri kalanında sahip olduğu varlıklar nette sıfıra yakındı. Demek ki iki eski sömürgeci kuvvetin yurt dışında sahip oldukları varlıklar, kendi ülkelerinde yabancıların sahip oldukları varlıklarla eşitlenmişti.”
Amerikanın Özeti
“İç Savaş öncesindeki ABD daha önce bahsettiğimiz sermayesiz dünya tablosundan oldukça uzaktır. Yeni Dünya aslında birbirine tamamen zıt iki gerçeğin bir bileşimidir: Bir yanda arazilerin fiyatı herkesin mülk sahibi olabileceği kadar düşük olduğundan ve yeni göçmenlerin sermaye biriktirebilmesine yetecek kadar zaman henüz geçmediğinden, sermayenin henüz çok değer taşımadığı nispeten eşitlikçi bir dünya, yani kuzey; diğer yanda ise mülkiyet eşitsizliklerinin, kuzeyin aksine, olabilecek en aşırı ve şiddet dolu vaziyeti aldığı, neredeyse nüfusun bir yarısının diğer yarısına sahip olduğu, köle sermayesinin büyük ölçüde toprak sermayesinin yerini aldığı ve onu geride bıraktığı bir dünya, yani güney.
ABD’nin eşitsizlikle kurduğu bu karmaşık ve çelişkili ilişki büyük ölçüde günümüzde de varlığını sürdürmektedir: Bir yandan eşitlik vaat eder ve mütevazı ülkelerden gelen milyonlarca göçmen için bir fırsatlar dünyasıdır; diğer yandan günümüzde de, hele ki ırk söz konusu olduğunda, hâlâ görülen aşırı şiddetli bir eşitsizlik biçiminin görüldüğü bir ülkedir.“
Konut Getirisi Mi Daha Çok Kazandırır Finansal Getiriler Mi?
“Konutların -toplam servetin yarısı- yıllık kira getirilerinin, konutların değerinin %3-4’ü seviyesinde olması ortalama gelir açısından daha çok anlam ifade eder. Örneğin, 500.000 avro değerindeki bir apartman dairesi, yılda 15.000-20.000 avro (ya da ayda 1.500 avro civarında) kira getirir ve kendi mülkünde ikamet etmeyi tercih edenlerin böyle bir maliyetten tasarruf etmelerini sağlar. Bu söylenen, daha mütevazı gayrimenkuller için de geçerlidir: 100.000 avro değerindeki bir apartman dairesi yılda 3.000-4.000 avro, hatta daha fazla kira getirir -ya da bu bedelin sahibinin cebinde kalmasını sağlar (daha önce de belirttiğimiz gibi, küçük dairelerin kira getirisi bazen %5 seviyesine ulaşabilir). Finansal yatırımlardan elde edilen getiri ise çok daha yüksektir ve büyük servetler içinde en ağırlıklı getiri kalemidir. Özel servetin çoğu bu yatırımlardan, yani gayrimenkuller ve finansal ürünlerden oluşur, bu da ortalama getiriyi yükseltir.”
Yeterli Olmayan Veriler
“Keynes de burjuva ekonomistlerin yanında yer alarak, istikrarlı sermaye-emek bölüşümü hipotezini “tüm ekonomi biliminin en sağlam” hipotezlerinden biri ilan etti. Bu iddia en hafif deyimiyle biraz aceleciydi, zira Keynes evrensel bir yasa oluşturmak için yeterli olmayan, temelde 1920-1930 dönemi İngiltere’sinin imalat sektörüyle sınırlı verilere bel bağlamıştı.”
21. Yüzyılda Kapital Kitabı Neden Önemlidir?
“Bu çalışmanın yeniliği, 18. yüzyıldan 21. yüzyıl başına sermaye/gelir oranındaki değişime odaklanarak, sermaye-emek bölüşümünün ve yakın dönemde sermayenin milli gelirdeki payında yaşanan artışın daha geniş bir tarihsel bağlama oturtulduğu -bildiğim kadarıyla- ilk çalışma olmasıdır. Mevcut tarihi kaynaklar kusursuz olmadığından, bu çalışmanın da muhakkak ki sınırları vardır, ancak ne olursa olsun, bu önemli meseleyi daha iyi kavramamıza ve onu yeni bir ışık altında incelememize imkân vermektedir.”
Marx’ın Mantıksal Çelişkisi
“Marx’a göre, “burjuvazinin kendi mezar kazıcılarını üretmesi”ne yol açan temel mekanizma, girişte “sonsuz birikim prensibi” olarak adlandırdığımız şeye karşılık gelir: Kapitalistler giderek artan miktarlarda sermaye biriktirirler, bu da kâr oranında (yani sermaye getiri oranı) önlenemez bir düşüşe neden olur ve kapitalistlerin mahvına yol açar. Marx matematiksel bir model kullanmamıştır, tezini de her zaman berrak bir şekilde dile getirmemiştir, bu nedenle ne kastettiğini kesin olarak söylemek zor.”
Türkiye’de Servet Neden Önemli?
Yavaş büyüyoruz ve demografik büyümemiz de yavaşladı. Bu nedenle sermayenin milli gelirden aldığı pay artıyor. Ayrıca enflasyon da yüksek bu durumda reel büyüme daha da düşüyor. Uzun yıllar -eğer şoklar olmazsa- sermaye emekten daha önemli olacak.
Çalışmak mı Mirasa Konmak mı?
18. ve 19. yüzyılda mirasa konmak veya sermaye sahibi biriyle evlenmek. 20. yüzyılda çalışmak ve 21. yüzyılda mirasa konmak veya sermaye sahibi biriyle evlenmek. Bu gidişle 22. yüzyılda da miras daha ağır basıyor.
Savaşlar servet sahipleri için iyi değildir. Çünkü emekçilerin savaşı finanse edecek güçleri yoktur. Savaş sonrası dönemlerde eşitsizlik azalmıştır.
Baby Boom Neden Emeğin Mirastan Önemli Olduğunu Düşünür?
Zamanın ruhu… “1914-1945 döneminin yarattığı şokların ardından miras akışındaki düşüş, özel servetlerdeki toplu düşüşten daha serttir. Bu nedenle miras akışındaki çöküş, servetlerdeki çöküşle (her iki gelişim birbiriyle yakından ilişkili olsa da) özetlenebilecek bir hadise değildir. Zaten mirasın sonunun geldiği fikri, kolektif imgelemde sermayenin sonunun geldiği fikrinden kesinlikle çok daha büyük bir tesir yaratmıştır. 1950-1960 döneminde miras ve hibe, milli gelirin yalnızca birkaç puanlık bir kısmına karşılık geliyordu, mirasın ortadan kaybolduğunun ve sermayenin -geçmişe göre toplamda küçülmüş olsa da- bireysel çaba ve tasarrufla biriktirilebilecek bir servet olduğunun düşünülmesi hayli mümkündü. Birkaç nesil, özellikle de bugün hâlâ hayatta olan baby boom [doğum oranı patlaması] nesli -1940-1950 döneminde doğmuş nesil- bu gerçekle büyüdü (bu gerçeği kendi zihinlerinde biraz abartarak güzelleştirdikleri de doğrudur) ve bu nesiller için bunu yeni olağan düzen olarak düşünmek haliyle mümkündü. “
Şeffaflık Az Gelişmiş Ülkelere Ne Sağlar?
“Daha adil ve şeffaf uluslararası bir vergi sisteminden en çok fayda görecek olanların az gelişmiş ülkeler olacağının altını çizelim. Afrika’da, kıtadan çıkan sermaye kıtaya giren uluslararası yardımlardan her zaman daha büyük olmuştur. Birden çok zengin ülkede, gayrimeşru yollardan edindikleri servetleriyle ülkelerini terk eden eski Afrikalı liderlere karşı hukuki süreçlerin başlatılması elbette iyi bir şeydir. Ancak vergi konulu uluslararası bir işbirliğini ve banka bilgilerinin otomatik paylaşımını hayata geçirmek Afrika ülkelerinin de, Avrupa ülkelerinin de bu yağmaya daha sistematik ve daha yöntemsel bir biçimde son vermesini sağlayacaktır. Kaldı ki bu yağmadan vicdansız Afrika elitleri kadar tüm milletlerin yabancı şirketleri ve hisse senedi sahipleri de sorumludur. Bir kez daha yineleyelim, bu sorunlara getirilecek doğru çözüm finansal şeffaflığın sağlanması ve sermayenin dünya genelinde artan oranlı bir usulde vergilendirilmesidir.”
Türkiye Aslında Enflasyonla Mücadele Etmek İstemiyor Mu?
“Enflasyon, idealize edilmiş haliyle, öncelikle parasıyla ne yapacağını bilmeyen, yani banka hesabında ya da yastık altında çok fazla likidite tutanları cezalandırır. Elindeki her şeyi tüketime harcamış ya da yatırıma harcayarak gerçek ekonomik aktiflere (gayrimenkule ya da iş sermayesine) dönüştürmüş kişilere ve daha da iyisi borçlanmış olanlara (enflasyon borcun nominal değerini düşürür, bu borçlu kişilerin daha kısa sürede toparlanıp, yeni yatırımlar yapmasına imkân verir) zarar vermez. Bu idealist bakışa göre, enflasyon bir açıdan atıl sermayeden alınan bir tür vergi, faal sermaye için ise bir tür teşviktir. Bu düşüncede doğruluk payı vardır, bu yüzden de tamamen ihmal edilmemesi gerekir. Sermayenin getirisindeki eşitsizliğin başlangıç sermayesi ile ilişkisini incelerken gösterdiğimiz gibi, enflasyon, büyük ve çeşitlilik barındıran portföylerin sahiplerinin -kişisel çabalardan bağımsız olarak- sadece portföylerinin ölçekleri sayesinde yüksek getiriler elde etmesine engel olamaz.”
Türkiye’de Herkesin İstediği Bu (Teşbihte Hata Olmuş)
“Daha açık bir ifadeyle, merkez bankaları para yaratmak konusunda sınırsız bir yetkiye sahiptir, bunu hesaba katacak olursak, merkez bankalarının faaliyetlerinin katı düzenlemelere ve açık sınırlamalara tabi olmasının da oldukça yerinde olduğunu görürüz. Nasıl ki hiç kimse bir devlet başkanına, üniversite rektörlerini ya da profesörlerini (ya da ders müfredatını) dilediği gibi değiştirme yetkisini vermek istemezse, parasal otoritelerle siyasi iktidarlar arasındaki ilişkilerin de katı kısıtlayıcı önlemlere tabi kılınmasında hiçbir şaşırtıcı yan yoktur.”
Ne Yapmalıyız?
“Sosyal bilimlerin tüm disiplinlerindeki araştırmacılar, gazeteciler, yorumcular, sendikacılar, eğilimi ne olursa olsun tüm politik aktivistler ve hele ki tüm yurttaşlar parayla, onun nasıl ölçüldüğüyle, onu çevreleyen olgularla ve onun tarihiyle yakından ilgilenmek zorundadırlar. Yeterince paraya sahip olanlar kendi çıkarlarını savunmayı asla ihmal etmezler. Rakamlarla uğraşmayı reddetmenin en yoksullara fayda sağladığına ise pek rastlanmamıştır.“
Cehalet Mutluluktu
Kitaptan aldığım notların sonuna gelirken neden hüzünlendiğimi de açıklayayım. Ne 19. yüzyıl sermaye döneminde, ne 20. yüzyıl kısmen emeğin önemli olduğu dönemde ne de 21. yüzyılda aile olarak servet biriktirememişiz. Ek olarak 20. yüzyıl treni de kaçtığından artık emek geliriyle sermaye sahibi olmak daha zor. Alın teriyle kazanılan para bizi sadece yaşatmaya yetecek. Daha kötüsü çocuklarımız da daha iyisini göremeyecek. Eğer sermayenin milli gelirden aldığı pay reel büyüme oranından büyük olmaya devam ederse ve sermaye sahiplerine herhangi bir düzenleme getirilmezse bu sonuç kaçınılmaz. Bu nedenle bu kitabı okumadan önce daha mutlu olduğumu ifade etmekte bir beis görmüyorum.